“Adem’e secde edin!!!”
Gelen emir ile bütün meleklerin eğilmeleri bir oldu. Gök ehli bel kırmış boyun bükmüş, olgun başak taneleri gibi iki büklüm olmuşlardı.
Biri hariç!..
Emri işitmesine rağmen ram olmamış biri.
Kemerbeste-i ubudiyetle, kemal-i mehabetle, haşyetle, kullukta son nokta; sevgi ve muhabbette mükemmel, Allah korkusundan titreyen gönülleriyle ayaklarının bağı çözülüp emre “lebbeyk” deyip amade olan meleklere nispet; biri hala dik, ayaktaydı: Azazil!
Sahi niye emre itaat etmiyordu?
Bu da ne oluyordu şimdi?
Alemlerin Rabbiydi emreden. Kim bu itaatsizliğe cüret edebilecek kadar isyankâr olabilirdi?
Secde halindeki meleklerin kalbinden belki bunlar gibi onlarca soru geçiyordu. Ve içlerindeki bu “akılsız” yüzünden Allah’ın gazabına uğramaktan korkuyor ve tir tir titriyorlardı.
Azazil secde etmemişti, etmeye de niyetli görünmüyordu.
Dik ayaktaydı. Ama gölgesi eğriydi. İman ve itaat güneşi kalbindeki ufuktan kaybolmak üzereydi ve kararan akıl ve nefsinin gölgesi de eğri ve uzun görünüyordu. Gölgesi de eğriydi artık… hayaleti andırıyordu duruşuyla. Öfkesinden çatlayacaktı sanki… Gözleri adeta alev saçıyordu…
Korkmuyor muydu? Evet, hem de nasıl… Buna rağmen öfkesinin tüm benliğini ele geçirmesine engel olamamıştı. Sevgisinin bu şekilde karşılık görmesi miydi kendisini öfkelendiren? Hakikaten çok mu seviyordu Rabbini? İyi de seven her hal ile sevmez miydi sevdiğini? O zaman sevdiğini mi zannetmişti? Ancak büyük aşklar, zannın örümcek ağına benzer ipliklerine teslim edilmeyecek kadar ağır bir emanetti. Ve bir gün bu ağırlığı taşıyamayacağını herkes gibi o da bilmeliydi. Ve şimdi taşıyamadığı bir kavşaktaydı ve öfkesinden yanlış yola sapmıştı şimdi.
Nereden de çıkmıştı bu yol ayrımı?
Bu ayrımın adı: İmtihan!
İki kızıl, kızgın, öfkeli gözle Adem’e bakıyordu şimdi…